Genç Nesil >>Gençlerin Yeni Adresi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Klasik Türk Ve Dünya Masalları

Aşağa gitmek

Klasik Türk Ve Dünya Masalları Empty Klasik Türk Ve Dünya Masalları

Mesaj tarafından Serdar102 Ptsi Ekim 23, 2017 3:11 pm

PİRE İLE SİVRİSİNEK

Zıplama yeteneğini kaybetmiş pireyle, uçma yeteneğini kaybetmiş sivrisinek yolda karşılaşmışlar. Bir ağacın altına oturup konuşmuşlar. İkisinin de paraları varmış ve ilk karşılaştıkları yere bakkal dükkânı açmışlar. Tatlı dilli, güler yüzlü oldukları için, dükkân müşteriyle dolup taşmış. Aradan aylar geçmiş ama müşterileri azalmamış. Herkes onların müthiş ticari zekâlarından bahsetmiş.

Yeteneğimi kaybettim diye üzülme, bir köşeye çekilip dövünme. Bilmez misin ki, canlılar birkaç yetenekle doğarlar.



ORMANIN YENİ KRALI

Ormanlar Kralı Aslan tahta çıkışının yıl dönümünde bir günlüğüne krallığı bırakacağını ilan etmiş. O sabah erkenden pek çok orman hayvanı sarayın büyük salonunda toplanmış. Kral aslan basamaklarla çıkılan yüksekçe bir yerde tahtında oturuyormuş. Ayağa kalkıp arka kapıdan çıktığı anda, orman hayvanları tahta hücum etmiş. Ön sırada bulunan iri cüsseli fil, zürafa, kaplan, gergedan gibi hayvanlar tahtın önüne ilk varanlarmış. Büyük bir itiş kakıştan sonra Ot Yiyen Kaplan tahta oturmuş ve bir günlüğüne Ormanlar Kralı olmuş.

Doğruluktan ayrılmadan, herkese eşit davranarak, ormanda yaşayanların mutluluğunu gözeterek iyi bir yönetim göstermiş. Gün sonunda tahtı yeniden kral aslana bırakmış ve kral aslandan kocaman bir aferin almış.



SULU MASAL

Adamın biri masal yazmaya meraklıymış. Bir konu aklına gelince evdeyse su dolu kovanın içine, yoldaysa bir su birikintisine masalını yazarmış. Bazen suya yazdığı masalları eşine, dostuna anlatırmış. Onlar da, bunlar çok güzel masallar, su üstüne masal yazma, üç gün sonra unutursun. Kalıcı olsun, herkes okusun diye kâğıda, kartona yaz, derlermiş.

Böylece aradan aylar geçmiş. Bir gün küçük oğlu, masalcı babasına:

“ Baba, geçen ay bana tilkili bir masal anlatmıştın. Tilki masalın sonunda padişah oluyordu. O masalı yine anlatsana, demiş ama masalcı, masalı su üstüne yazdığı için, okuyup, anlatması mümkün olmamış. Tilkili masalı hatırlamamış bile.

Bu duruma çok üzülen masalcı, aklına gelen masalları kâğıtlara yazacağına dair oğluna söz vermiş.

SON



ARAP VE ALTI DEVESİ

Arabın biri Arabistan Çölleri’nde yük taşımacılığı yaparmış. Bu arabın altı tane devesi varmış. Arap, bu develerle şehirden şehire mal taşır ve epey de kazanç sağlarmış. Yolculuklar sırasında arap, en öndeki devenin üstünde oturur ve devamlı olarak:

“ Bıktım artık bu çöl sıcağı altında yük taşımaktan. Daha rahat bir şekilde para kazanmanın yolunu buldum. Siz altı deve, sizleri bir şişenin içine koydurup, para karşılığı insanlara seyrettireceğim. Develer, sevinin, çöl sıcağına maruz kalmadan şişenin içinde gezersiniz. “ diyerek söylenir dururmuş.

Arap, bir gün dediğini yapmış. Oz büyücüsüne giderek, develeri küçülttürüp, şişenin içine sokturmuş ve handa, dükkânda, çarşıda insanlara seyrettirip çok para kazanmış.

SON



YARDIMSEVER KARTAL

Bir kartal varmış. Herkesin yardımına koşarmış. Tavşanın koşarken ayağı mı burkuldu, yavru maymun daldan mı düştü, olayı haber alır almaz uçar gelir, yaralıyı kucakladığı gibi orman hastanesine yetiştirirmiş. Garibin, yoksulun hastane masraflarını ödediği çok olurmuş. Ormanda yaşayanlar bu yardımsever kartalı tanırlarmış ve kendisine hava ambulansı derlermiş.

Bir gün yardımsever kartala gergedanın hasta olduğu ve mağarasında yattığı haberi verilmiş. Yardımsever kartalın gergedanın mağarasına değil de, hastaneye doğru uçtuğunu görenler çok şaşırmışlar. Sonradan neden böyle yaptığını soranlara yardımsever kartal şöyle demiş:

“ Hasta olan sincap veya tavşan değil ki, hastaneye götüreyim. Dört tonluk gergedanı hastaneye taşıyamayacağıma göre, hastaneyi ayağına getirdim. Doktor tilkiyi gergedanın yanına götürdüm. Gergedan hazımsızlık çekiyormuş, ilaçla tedavi oldu. Şimdi çayırda otlayıp duruyor. “

Bunun üzerine oradakiler önce gülmüşler, sonra yardımsever kartalı alkışlamışlar.

SON




HOROZ İLE KEDİ

Horozun biri kol saati bulmuş. Saati boynuna takan horoz yürüyüşünü ağırlaştırıp, ben neymişim, en büyükmüşüm havalarına girmiş. Yol ortasından giderken, herkes kenara çekilip ona imrenerek bakıyormuş ve vay be diyerek, zenginlik ve gösterişin ne olduğunu anlıyormuş. Horoz zamanla arkadaşlarıyla arasına mesafe koymaya başlamış. Eski günlerdeki samimiyet, cana yakınlık mazide kalmış. Arkadaşları giderek horozdan uzaklaşmış.

Bir gün horoz bir ağacın altına oturmuş, düşünüyormuş. Kedi oradan geçiyormuş. Horoza seslenmiş:

“ Ne o, horoz kardeş, Marmara Denizi’nde kayığın mı battı? Seni üzen her neyse anlat da bilelim. “ demiş.

Horoz da olanları anlatmış:
“ Her şey kol saatini boynuma takmamla başladı. Sonradan ne arkadaşım kaldı, ne dostum. “ diye dert yanmış. Kediden yardım istemiş.

Bunun üzerine kedi, kol saatini boynundan çıkarmasını, nerede bulduysa oraya bırakmasını ve ancak bu şekilde arkadaşlarıyla eskisi gibi samimi olabileceğini söylemiş.

Horoz kedinin dediğini yapmış. Kol saatini bulduğu yere bırakmış. Arkadaşları, onu tekrar aralarına kabul etmişler. Horoz bir daha zenginlik gösterisine kalkışmamış. Dersini de almış.

SON





ANNE, BABA VE YAVRU FİL

Güzel bir yaz gününde anne, baba ve yavru fil lunaparka gitmişler. Anne ve baba fil daha önce defalarca buraya gelmişler ama yavru fil için durum öyle değilmiş. Yavru fil ilk kez geliyormuş ve çok heyecanlıymış. Yavru fil, annesiyle birlikte atlıkarıncaya binmiş. Sürenin dolmasına karşın, yavru fil atlıkarıncadan inmek istememiş. Baba fil iki bilet daha almış ve bilet kesen adama vermiş. Böylece anne ile yavru filin bir kez daha tur atmaları mümkün olmuş.

Daha sonra onlar dönme dolaplara binmişler. Dönme dolabın yükseldiği anlarda yavru fil çok korkmuş, gözlerini kapamış ve ağlamış.

Baba fil tüfekle hareketli hedeflere on atış yapmış ama bir isabet bile kaydedememiş. Çevredekilerin bakışlarından sıkılan baba fil kendini aynalar çadırına zor atmış. Aynalar çadırında karşısına geçeni ince-uzun, kalın-kısa, uzun yüzlü, yamuk gözlü gösteren pek çok ayna varmış. Baba fil sıkıntısını burada unutmuş, çünkü yavru filin neşesine diyecek yokmuş. Yavru fil, o ayna senin, bu ayna benim koşmuş, durmuş.

Anne ve baba fil ortaya yavrularını alarak korku kapısına girmişler. Burada anne fil korkmuş ve ara sıra çığlıklar atmış. Çıkışta yavru fil, babasına, ben hiç korkmadım, demiş.

Zamanın ilerleyen saatlerinde fil ailesi evlerinin yolunu tutmuşlar.




EŞEK İLE KÖYLÜ

Bir eşek varmış. Bir de köylü varmış. Köylü eşeğin sahibiymiş. Sahibi eşeği şehirdeki pazara götürür, satar ama eşek bir süre sonra geri gelirmiş. Bu süre bazen bir ay, bazen on ay olurmuş.

Köylü eşeği bir kez daha satmak için, pazara götürmüş. Pazarda köylünün biri eşeği satın almış. Yeni sahibi eşeği evinin yanındaki ahıra götürmüş. Sonraki günlerde sahibi eşeğin sırtına fazla yük bindirmiş. İki eşeğin çekebileceği arabayı bu eşeğe çektirmiş. Eşek bana mısın dememiş. Sahibi elinde sopası eşeğin hata yapmasını bekliyormuş. Ağır yükleri taşıyamasa, arabayı çekemese eşeği sopayla dövmek istiyormuş. Böyle yük hayvanlarını dövmekten zevk alıyormuş.

Sonunda eşeği dövmek için, bahane yaratmış. Eşeğin iki yanındaki heybelere yük doldurmuş. Eşeğin sırtındaki semerin üstüne bir tencere yemeği bağlamadan bırakmış ve eşeği yokuşa sürmüş. Bir süre sonra tencere yere yuvarlanmış ve yemek yerlere dökülmüş.

Önce eşeğe bağıran adam daha sonra eşeği yularından tutup kenara çekmiş ve bir ağaca bağlamış. Eşeğin sırtındaki yükleri indiren adam, eşeğin arkasına geçip sopayla vurmaya başlamış. Hayatta sadece dayak yemeye tahammül edemeyen eşek arka ayaklarıyla çitme atarak adamı boylu boyunca yere uzatmış. Eşek bağlı olduğu yerden kurtularak ilk sahibi köylünün yanına gitmiş. Köylü ertesi sabah eşeği satmak için, pazara götürmüş.

İnsanlara çok yararlı olan eşek, at, öküz sahibiyseniz onları dövmeyin. Eğer dövmeye kalkarsanız, bir tekmede yeri boylarsınız ve bir daha kalkamazsınız.

SON



ÇEKİNGEN ÇEKİRGE

Çekirgeler diyarında bir çekirge varmış ki, çok çekingenmiş. Toplantılara, şölenlere çağrılır ama katılmazmış. Parkta, bahçede dinlenirken, yanına biri gelecek diye ödü koparmış. Hayat bir tiyatro sahnesi dersen, bu tiyatroda yalnızları oynarmış.

Çekirgeler diyarında evler kayalık bir dağın yamaçlarındaymış. Ara sıra dağdan kopan taş ve kaya parçaları aşağı yuvarlanır, birkaç eve zarar verirmiş ama çekirgeler bunu önemsemezler ve evleri onarıp, olayı unuturlarmış.

Çekingen çekirge bir gün kayalık dağa çıkmış. Çevreyi araştırıp, kayaları incelediğinde durumun korkunçluğunu olanca acılığıyla anlamış. Dağ geliyormuş. Her an büyük kaya parçaları kopabilir ve aşağıdaki evleri dümdüz edebilirmiş. Evlerin yanına inip, kime rastladıysa gördüklerini anlatarak, evlerini kayalık dağdan uzaklara taşımalarını söylemiş. Çekirgeler, onu sakin bir şekilde dinlemişler. Onun neden bu kadar heyecanlı olduğunu anlayamamışlar. Sadece çekingen, zemini sağlam, etrafı güvenli karşıdaki ormanın yanına ev yaparak oraya taşınmış.

Günlerden bir gün öğle vakitleri kayalık dağdan kopup gelen kaya parçaları çekirgelerin evlerini yerle bir etmiş. Çekirgelere bir şey olmamış çünkü çoğu tarlalarda, bahçelerdeymiş. İnsanların bin bir emekle yetiştirdiği ürünleri talan ediyorlarmış. Akşamüstü tıka basa doymuş olarak dönen çekirgeler, o geceyi yıldızları sayarak geçirmişler.

Sabah erkenden çekingen çekirgenin evi etrafında toplanan çekirgeler, ondan özür dileyip, evinin çevresine evler kurmak için, izin istemişler. O da, epey yüklü bir para karşılığında bu izni vermiş ve zengin olmuş.

SON



KEDİLER AÇ KALMASIN

Evvel zamanda bir kasabanın kedileri pek çokmuş. Kediler, çöp tenekelerinden, insan artıklarından beslenirlermiş. Gel zaman, git zaman bu kasabaya yeni bir başkan seçilince olan olmuş. Kasabanın kedileri insanlar tarafından horlanmış, aşağılanmış, çünkü başkan kedileri hiç sevmiyormuş. Yemek artıklarını toprağa gömmüşler, kediler aç kalmış.

Kedilerin padişahı, kasabanın ileri gelen kedileriyle bir toplantı yapmış. Hal ve gidiş çok kötüymüş. Sonunda kediler, bu kasabadan ayrılarak civar köy ve kasabalara dağılmışlar.

Kedisiz kalan kasabayı kısa sürede fareler istila etmiş. Evlerde fareler, yollarda fareler; kasabalılar ne yapacaklarını şaşırmışlar. Kasabalılar da bir toplantı yapmışlar ve bu toplantıda kedi düşmanı olmayan bir başkan seçmişler.

Yeni başkan, kedilerin padişahına giderek, hürmetlerini sunmuş, olanlar için, özür dilemiş ve eğer geri dönerlerse kedileri köfteyle, dolmayla besleyeceklerini söylemiş. Kedilerin padişahı, bir denemekte yarar var deyip, çevre köy ve kasabalara giden kedilere haberciler yollayıp, eski kasabalarına davet etmiş.

Kediler geri dönünce ortalıkta fareden eser kalmamış. Böylelikle kasaba fare belasından kurtulmuş. Kasabalılar, saygıdeğer ve dost kedileri en iyi yiyeceklerle beslemişler.

Kediler öyledir, bahçede, yolda görürsünüz ve pist dersiniz kaçar gider. Bazen bir kedi görürsünüz size yalvararak bakar, bazen bir yavru kedi görürsünüz size miyav der, açım, bana yiyecek bir şeyler verebilir misiniz, demektir bu. Onları dışlamayalım, onlara sevgiyle yaklaşalım, onları besleyelim. Bahçede, sokakta bir kedi yerine on fare görmek istemiyorsan buna kendini mecbur hissetmelisin.

SON



-----------------------------------------------------------------------



KAVGACI ÖRDEK

Bir ördek varmış, çok kavgacıymış. Kimseyle arkadaş olmaz, kavga edecek birini ararmış. Göl çevresinde yaşayan ördekler arasında kavga etmediği yokmuş. Bundan dolayı adı kavgacı ördeğe çıkmış.

Ördekler aralarında toplantı yapmışlar ve beş kişilik bir heyet seçmişler. Heyet, kurnaz tilkiye giderek ondan yardım isteyecekmiş. Kurnaz tilki epey bir para alarak işi kabul etmiş ve ertesi gün kavgacı ördeği aramaya başlamış. Kavgacı ördeği bir ördekle kavga ederken bulmuş.

Kurnaz tilki araya girerek, kavgacı ördeğe çıkışmış. Kavga edip duracağına babanın bana olan borcunu ödesen iyi edersin, demiş.

Bunun üzerine kavgacı ördek:
“ Ne borcu? Babam bana bu borçtan söz etmemişti. Babamın sana borcu mu vardı? “ diye sormuş.

Tilki:
“ Tabi vardı. İki yıl önce şimdi senin oturduğun evi baban hangi parayla aldı sanıyorsun? Benim verdiğim borç parayla. Baban taksitler halinde borcunu ödüyordu ya geçen yıl ölünce ödemeler durdu. Sen üzgünsün diye rahatsız etmedim. Kalan borcu öde yoksa evini elinden alırım. “ demiş.

“ Yazılı kâğıt, borç senedi falan yok mu? “

“ Yok. Baban, sözüm senettir, demişti. Aramızda karşılıklı güvene dayalı bir anlaşma vardı. “

“ Benim de sözüm senettir. Eğer gerçekten böyle bir anlaşma varsa borcu öderim ama taksitleri ne zaman ödemeye başlarım bunu bilemem. “

“ Gel seninle bir anlaşma yapalım, ördek kardeş. Sen iki yıl kavgaya karışma, kimseyle kavga etme, ben bu borcu ödenmiş sayacağım. “

“ Tamam, olur, anlaştık. “

Kavgacı ördek iki yıl boyunca kavgaya karışmamış, kimseyle kavga etmemiş. Böylelikle tilkiye babasının olmayan borcunu ödemiş olmuş. Zaten iki yıl sonunda kavgasız bir hayatın daha kolay yaşandığını fark edip, gereksiz kavga etmekten kaçınmış.

SON




BECERİKSİZ CİN

Salim adında genç bir adam günün birinde yalnız yaşadığı evinin tavan arasında mantarlı bir şişe bulmuş. Şişenin boyu bir karıştan daha uzunmuş. Şişeyi almış, aşağı inmiş, tozlu şişeyi sabunlu suyla bir güzel yıkamış. Şişenin mantarını uzun uğraşlardan sonra açmayı başarmış. Şişeden cin çıkmış:

“ Ey sahip, benden ne dilersen yerine getiririm. “ demiş.

Salim şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra bir dilek dilemiş:
“ Ey cin, şu odanın ortasına on altın at bakalım. “ demiş.

“ On altın hemen gelsin. “ demiş cin ama altınların şıngırtısı duyulmuş, kendisi yok.

Cin:
“ Ey sahip, bu benim ilk işim olduğu için, böyle oldu. Yoksa ben ne dersem, olur. Sen bir şey daha iste, bak nasıl başaracağım. “

Salim:
“ Takma kafana, cin. Sen şimdi kuş sütünün bile olduğu bir sofra getir. “

“ Sofra hemen gelsin. Kuş sütü de olsun. “ demiş cin ama aradan zaman geçmiş, sofra gelmemiş. Tavan arasında bir tıkırtı olmuş ya Salim önemsememiş. Koca cin odanın ortasına oturup ağlamaya başlamış

“ Ben ne beceriksiz bir cinim! Bir sofra getiremedim. Yazıklar olsun bana, “ diyerek ağlamış, dövünmüş. Daha sonra Salim, cini bahçeye çıkarmış. Cin, çeşmede yüzünü yıkamış, üzüntüsü biraz dağılır gibi olmuş:

“ Becerikli cin, başaran cin, azimli cin, bir de burada dene bakalım. Sofra iste. “

“ Olur sahip. İçinde kuş sütü de bulunan sofra hemen gelsin. “ demiş cin ve sofra bahçenin orta yerine kurulmuş.

Cin:
“ Başardım, başardım. “ diye bağırmış.

Salim:
“ Bak gördün mü? Azmettin, başardın. Seni kutluyorum. “ demiş ve en güzel yemeklerden tabaklar dolusu yemiş. Salim yüz altın istemiş, gelmiş. Daha sonra cin izin istemiş ve şişeye girmiş, Salim de şişenin mantarını kapatmış.

Ertesi gün, daha ertesi gün Salim, cini çağırmış, durmuş. Bahçede cinin olsun dedikleri oluyormuş da, evde istedikleri olmuyormuş. Aradan birkaç hafta geçmiş ki, şişe ortadan kaybolmuş. Bu arada Salim cinden gelen altınlarla servet sahibi olmuş. Salim, cinin evde başarısız olmasından dolayı kayıplara karıştığını düşünüyormuş. Uzun süredir kafasını kurcalayan sorunun cevabını araştırmaya karar vermiş. Evin iki odasını ve mutfağını en ince detaylarına kadar gözden geçirmiş. Sonra tavan arasına çıkmış. Bir de ne görsün? Tavan arası altınlarla ve hazır sofralarla doluymuş. Cinin evdeyken istedikleri gelmiş ama tavan arasında kalmış, aşağı odaya inmemiş. Salim tavan arasındaki yer tahtalarından birkaçını çıkarınca altında bir balıkçı ağı olduğunu görmüş. Daha altta yine tahtalar varmış ve bu tahtalar alt kattaki odanın tavanıymış.

Kısacası yıllar önce bu evi yapanlar, alt kattaki odanın tavanını çift kat tahta yaptırmışlar ve ortasına balık ağı germişler. Neden bunu böyle yaptınız diye onlara sormak lazımmış.

Salim bahçede gelen altınları kendine ayırmış. Tavan arasında bulduğu altınları fakirlere dağıtmış. Bu evde oturmaya devam etmiş. Daha sonra genç ve güzel bir kızla evlenmiş. Zamanla dört çocuğu olmuş. Çocuklarına mantarlı şişeden çıkan cinin hikâyesini her fırsatta anlatmış.

SON




KAPLUMBAĞANIN İKİNCİ EVİ

Kaplumbağanın biri, ev kiralamak için, aslanın emlak bürosuna gitmiş. Tilki, kurt ve sırtlan da oradaymış. Nasılsın, iyi misin faslından sonra kaplumbağa niyetini aslana söylemiş. Oradakiler buna çok şaşırmışlar.

Aslan:
“ Bir yaşıma daha girdim. Senin sırtında evin var ya kaplumbağa kardeş. Neden kira vereceksin? Bütün her yer senin evin. İstediğin yerde durur, evine çekilirsin. “

Kaplumbağa:
“ Onun orası öyle de, işe girdim, bir villanın bahçesinde bahçıvanlık yapıyorum. Kazancım yerinde. Ben de sizin evleriniz gibi iki oda, bir salonu bulunan ve mutfağı olan bir ev istiyorum. Böyle evlerin kirası ne kadar? "

Kaplumbağanın isteğini haklı bulan aslan:
“ Madem işe girdin, kazanıyorsun, geniş bir evde oturmak senin hakkın. Ne kadar kira verebilirsin? “ diye sormuş.

Kaplumbağa:
“ Otuza kadar kiralık ev arıyorum. “ demiş.

Aslan:
“ Otuz mu? Otuza çok güzel evler var. Bahçe içinde, tek katlı, süper evler. Sırtlan, sen git kaplumbağayla otuz kira istenen iki evi de göster. Hangisini beğenirse orayı tutsun. “ demiş.

Kaplumbağa ile sırtlan dışarı çıkmışlar ve yürümeye başlamışlar. Sırtlan kaplumbağaya ayda ne kadar kazandığını sormuş. Seksen cevabını alınca da, yani her ay elliyi kenara koyacaksın, demiş.

Kaplumbağa:
“ Öyle. Zaten biraz birikmişim var. Şimdi tutacağım evi beğenirsem, ilerde satın almak istiyorum. “ demiş.

Kaplumbağa iki evi de görmüş ve ilk gördüğü evi kiralamış. Bir gün işteyken kaplumbağanın evine hırsız girmiş ve birikmiş parayı alıp, gitmiş. Açılamaz denilen çelik kasa bomboşmuş. Kaplumbağa kıvranmaya başlamış. O gece hiç uyuyamamış. Ertesi gün işte çalışırken, çalınan paralarını düşünmüş. Kimselere de söyleyememiş, alay ederler diye korkuyormuş. Olayı çözmeye, hırsızı bulmaya karar vermiş.

“ Kim benim evime girer, kasayı zorlanmadan açar ve paralarımı çalar? “

Para biriktirdiğinden sadece emlakçıda bahsetmiş. O gün bu evi kiralarken emlakçı aslan, tilki, kurt ve sırtlan bunu duymuş. Sonra sırtlanla ev görmeye gitmiş. Sırtlanla konuştukları aklına gelmiş. Sırtlan kazancıyla yakından ilgilenmiş. Şüpheliler arasında sırtlan birinci sırada yer almış.

Kaplumbağa sırtlanın babasını bulmuş, olanları anlatmış. Baba, kaplumbağanın şüphesini haklı bulmuş. Oğlu eski kasa hırsızıymış ama aslanın emlak bürosunda çalışıyormuş. Demek ki, eski günlere bir dönüş varmış. Sırtlan evine gelince babası ona çok kızmış. Yaptığının yanlış olduğunu söylemiş. Sırtlan kaplumbağadan utanmış, özür dilemiş ve parasını geri vermiş.

Az kazandım, çok kazanmış. Onun birikimi varmış, benim yokmuş. Sen de çok çalış veya daha iyi bir iş bul. Sakın başkasının parasına, malına el uzatma. Hak etmediğin parayı alma. Para, çaba sarf edilerek, alın teri dökerek kazanılır. Öyle kolay yoldan para kazanma devri geçti.

SON



HAMSİ İLE YILAN BALIĞI

Hamsinin biri, Karadeniz’de gezip duruyormuş. Bir gün bu hamsinin peşine yılan balığı takılmış. Hamsi saatlerce kaçmış. Arada bir yılan balığı hamsinin arkasından bağırıyormuş:

“ Dur hamsi, beni yorma. Seni beğendiğim için, yemek istiyorum. “

Daha sonra yılan balığı dar bir kovukta hamsiyi kıstırmış:
“ Hamsi, dışarı çık! Seni yemek istiyorum. “

“ Benim adım hamsi ama beni öyle kolayca yiyemezsin. Ne tavaya yatarım ne buğulamaya otururum. Dişlere şimşek çaktırırım, midelere yıldırım düşürürüm. Mide dedim de benim eskiden bir midye arkadaşım vardı. Kim bilir şimdi nerededir? “

“ Konuyu değiştirme. Seni mutlaka yemem lazım. Benim yemek isteğimi köreltmeye çalışıyorsun. “

“ Olur mu öyle şey? Sen bıçak mısın ki taşa sürteyim de körelesin. Bana bak balık yılanı, hamsiyi tersten okusan ismah dersin. İsmah tehlike demektir yani ben tehlikeliyim. Senin adın tersten okunduğunda ığılab nalıy ortaya çıkar. “

“ O dediğinin anlamı nedir? “

“ Her şeyi bilmek zorunda mıyım? Çok merak ediyorsan bir sözlük al, anlamını öğren. “

“ Tamam, ben bir sözlük almaya gidiyorum. Ama sen beni burada bekle. Gidersen çok kızarım. “

“ Oldu, beklerim. Sen hiç merek etme. Döndüğünde beni burada bulacaksın.”

Yılan balığı gözden kaybolduktan bir saniye sonra hamsi ters yöne kaçmış. Aya giden füze hamsinin hızı karşısında yavaş kalırmış.

SON




MASALCI TİLKİ İLE PALAMUT BALIĞI VE HAMSİ


Masalcı bir tilki varmış. İyilikleri anlatan, maceralı masallar yazarmış. Yazdıklarını kitap olarak hazırlar ve okuyucunun ilgisine sunarmış. Masalcı tilkinin yazdıkları bir yayınevinin dikkatini çekmiş. Yayınevi sahibi, masalcı tilki ile konuşmuş, anlaşmış ve bol resimli, on tane masal kitabından pek çok adet basarak masalların daha geniş kitleler tarafından okunmasını sağlamış. Aradan bir süre geçmiş ve diğer yayınevleri de masalcı tilkinin masallarını birer, ikişer yayınlamaya başlamışlar. Bu güzel masallara ilgi giderek çoğalmış.

Masalcı tilki bir gün yavrusu Tilik ile deniz kıyısında taşların üstünde oturmuş, konuşuyorlarmış. Masalcı tilki anlatıyormuş:

“ Bak yavrum, hayat bulutlara benzer, bir rüzgârda dağılır. Biz bu hayatta bir bulut olduğumuzu farz edelim. Bir rüzgârda dağılmamak için, yere sağlam basmalıyız. Güçlü olmalıyız. Bu güç beden gücü ve beyin gücüdür. Bedenimizi güçlendirmek için, yürürüz, koşarız, spor yaparız. Beynimizi güçlendirmek için, kitap okuruz. Masallar, yavrular için çok değerlidir. Onlara hayatın gerçeklerini anlatır. Hayata hazırlar. Tilik istersen sana bu sabaha karşı yazdığım bir masalı okuyayım. “

“ Olur, baba, oku, ben dinlerim. Sen bana bu yazdığın masalları okurken, hatalar, yanlışlar varsa fark ediyorsun, değil mi? “

“ Aynen öyle oluyor. Masallar genelde, bir varmış, bir yokmuş diye başlar. Dikkat edersen benim masallarım öyle başlamaz çünkü bunlar özgün masallar. Bu masalda bir varmışlı başlamıyor. “

Masalcı tilki daha sonra masalı okuyup bitirmiş. Masal, Tilik’in çok hoşuna gitmiş. Dinleyen buldu ya, bir tane de geçen gün yazdığım bir masal vardı. Onu okuyayım, demiş ve okumaya başlamış. Masal bittikten sonra oluşan sessizliği alkışlar bozmuş:

“ Çok güzel, çok güzel masallar bunlar, “ diye bağıran ve alkışlayan deniz kıyısındaki palamut balığıymış.

Masalcı tilki ve Tilik, çok şaşırmışlar. Palamut balığı konuşmasına şöyle devam etmiş:

“ Masalcı, okuduğun iki masalı dinledim. Güzeldiler, beğendim. Benim de anlatacak bir masalım var, “ demiş ve anlatmaya başlamış:

“ Çok eskiden içinde mutlu balıkların yaşadığı bir deniz varmış. Balıklar dostça geçinirler ve şarkılar söylerlermiş. Bir gün bu denize başka bir denizden aradaki kanaldan geçerek gelen bir köpekbalığı ulaşmış. Köpekbalığı kocaman, dev gibi bir şeymiş. Boyu sekiz metre varmış. Büyük ağzını açarak, balıkları toplamaya başlamış. Denizdeki balıkları bir korkudur sarmış. Yenilip yutulma korkusu. Kim ister şu güzelim dünyada rahatça yaşamak varken, köpekbalığına lokma olmak?

Balıklar, aralarında toplantı yapmışlar. Çeşitli öneriler ortaya konmuş. Tartışmalar olmuş. Akıl boyda değil baştadır, derler ya. Sonunda bir hamsinin önerisi kabul edilmiş. Bu denizin derinliklerinde yaşayan dev bir ahtapot varmış. Hamsi, bu ahtapotu tanıyormuş. Yardım istersem gelir ve bizi köpekbalığından kurtarır, demiş. Hamsi hemen yola çıkmış ve dibe dalmış.

Ertesi gün köpekbalığına alttan yaklaşan ve onun belini güçlü kollarıyla sararak denizin dibindeki mağarasına götüren dev ahtapotu pek çok balık görmüş. Masal burada sona erdi. Nasıl masalımı beğendiniz mi? “

Masalcı tilki:
“ Süper bir masaldı. Çok beğendim. Seni kutluyorum, palamut balığı. Ayrıca çok da güzel anlattın. “

Tilik:
“ Ben de çok beğendim. Hiç duymadığım türden, değişik bir masaldı. “

Palamut:
“ Benim yuvam buraya yakın. Önümüzdeki günlerde yine buraya gelirseniz, birbirimize yeni masallar anlatma şansımız olur. Bakın size ne akıl almaz, benzeri bulunmaz, denizle ilgili masallar anlatacağım. “ demiş ve en iyi dileklerle ayrılmışlar. Sonraki günlerde onlar burada buluşup birbirlerine çok güzel masallar anlatmışlar.

SON




TİLKİ İLE KİRACI ASLAN

Tilkinin dört tane evi varmış. Birinde kendi oturur, üçünü kiraya verir ve kiralardan gelen parayla yaşamını sürdürürmüş. Günlerden bir gün tilkinin kiracısı evden çıkmış. Ertesi gün aslan evi kiralamış. Bir aylık kirayı ödemiş.

Aradan aylar geçmiş ama aslan bir daha kira vermemiş. Eve gelip kirayı isteyen tilkiyi türlü bahanelerle atlatıyormuş. Tilki ne işi sertliğe dökebiliyormuş ne de sesini yükseltebiliyormuş, çünkü karşısında aslan var. Tilki kurnazmış ama çeşitli fikir oyunlarına başvurmasına karşın, aslandan kirayı alamamış. On aydır kirayı ödemeyen aslana karşı son bir oyunu varmış. Duyduğuna göre, bu aslan hayaletlerden çok korkarmış.

Tilki yine aybaşında kirayı almak için, aslanın kapısını çalmış. Aslandan her zamanki gibi bir tatlı dil, bir güler yüz:
“ Hoş geldiniz. Nasılsınız efendim? “

Bunun üzerine tilki şöyle demiş:
“ İyiyim, aslan efendi. Sen nasılsın? “

“ Bugün moralim çok iyi. Sizi gördüm daha iyi oldum. “

“ Kira hazır mı? Kirayı alayım. “

“ Kira hazır, biraz sonra size takdim ederim. “

“ Hep öyle diyorsun da kira verdiğin yok. On aydır evimde bedavaya oturuyorsun. “

“ Aman tilkicim, canım benim, kira kolay. Hepsini toplu olarak öderim. Hem geçen gün ne oldu biliyor musun? Ormanda sağa, sola bakınarak gidiyordum. Birden önüme.. “

“ Birden önüne hayalet mi çıktı. “

“ Hayalet mi? Ne hayaleti? “

“ Ormanda gezen hayalet. Bu evde yaşıyor. Gece demez, gündüz demez gezer gelir. Bu evi otel gibi kullanır. Hiç karşılaşmadın mı? “

“ Bu evde hayalet mi yaşıyor? Söylesene be tilki. Bu evde bir dakika durmam. Hemen taşınıyorum. Eşyalarımı sonra aldırırım. “

Aslanın uzaklaştığını gören tilki aslanın önüne çıkmış. Tilkinin, birikmiş kiraları ödemezsen hayalet peşinden gelir, demesi üzerine aslan cebinden para tomarını çıkarıp bütün kira borcunu ödemiş. Aslanın koşarak uzaklaştığını gören tilki:

“ Koca balaban. Madem bu kadar paran vardı, aylardır kirayı neden vermedin? “ diye bağırmış.

SON




TİLKİ GÖRÜNÜMLÜ ÇAKAL

Çakallar, tilkilere benzerler. Bir çakal varmış ki, tıpkısının aynısı tilki. Çakal bunun farkındaymış ve gençliğinden beri tilkilerin yanındaymış. Böylece aradan birkaç yıl geçmiş.

Bir gün bu çakal, bir tilki arkadaşıyla konuşuyormuş. Söz dönmüş dolaşmış çakal – tilki benzerliğine gelmiş. Çakal, tilkiler benim tilki değil de çakal olduğumu fark etmiyorlar mı acaba, diyerek merak eder dururmuş. Çakal tilkiye şöyle bir soru sormuş:

“ Söyle bakalım tilki kardeş. Ben tilki miyim yoksa çakal mıyım? “

Bunun üzerine tilki:
“ Tabi ki çakalsın. Hem de yüzde yüz çakalsın. “

Tilkinin bu derece kendinden emin cevabı karşısında çakal bir an bocalamış ama kendini çabucak toparlamış:

“ Vay canına! Demek biliyordun. Peki, ne zamandan beri? “

Tilki:
“ Sen ilk aramıza geldiğin günden beri bunu biliyordum ve bütün tilkiler bunun farkındaydı. “

Çakal:
“ Bütün tilkiler mi? Ama bana hiç hissettirmediniz. Ben bu durumu nasıl da anlayamadım. “

Tilki:
“ Çakal olduğun için anlayamadın. Tilki olsaydın bunu anında fark ederdin. “

SON




ÇINGIRAKLI YILAN

Evvel zaman içinde, çıngıraklı yılanın biri kendine yuva ararmış. Çıngıraklı yılan gezmiş, dolaşmış. Sonunda bir köyün yakınındaki taşlı tarladaki ağacın altında bir delik bulup, burayı yuvası olarak kabullenmiş.

Taşlı tarlaya girmek şanssızlığında bulunan yutabileceği büyüklükteki fare, sincap, tavşan gibi hayvanları kuyruğunun ucunda bulunan çıngırağını şıngırdatarak büyüler ve üstüne çekermiş. Sonra da avını yakalayıp yutarmış. Bu durum aylarca sürmüş.

Bir gün bu taşlı tarlaya bir köylü gelmiş. Köylü, tarlayı çok beğenmiş ve taşları toplamaya başlamış. Burayı ekip biçerek bol ürün almayı umut ediyormuş.

Köylünün gelmesi çıngıraklı yılanı heyecanlandırmış. Ne yapacağına bir türlü karar verememiş. Tutsa adamı soksa yutamayacak. Sokmasa başına bela olacak. Kaçıp gitmek bir türlü aklına gelmemiş. Farenin, sincabın arkasını arayan olmuyormuş ama insanlar öyle değilmiş. Bir insanı yılan soksa, timsah, aslan, kaplan öldürse insanlar iz sürer, er geç intikamını alırlarmış.

Köylü yuvanın dibine kadar sokulmuş. Yılanla bir an göz göze gelmişler. Köylü sopasını kaldırmış, yılanın kafasına vuracak, yılan yuvadan fırlayıp, köylüyü ayağından ısırmış. Köylü, yandım anam, diye feryat ederek oradan uzaklaşmış.

Yılan daha sonra yuvasının etrafında caka yürüyüşüne başlamış. Çıngırağını sinirli bir şekilde şıngırdatıyor ve var mı bana yan bakan deyip tur atıyormuş.

Aradan bir saat geçmiş geçmemiş karşıdan ellerinde taşlarla, sopalarla köylülerin geldiğini gören yılanın çıngırağı başına bela olmuş. Çıngırağını bir türlü durduramıyor ve korkudan hareket edemiyormuş. Kaçıp gidememiş. Daha önce fareyi, sincabı, tavşanı büyüleyen çıngırağı bu kez kendini büyülemiş. Köylüler, çıngıraklı yılanı elleriyle koymuş gibi bularak taşlı tarladaki saltanatına son verip, arkadaşlarının intikamını almışlar.

SON




KURNAZ TİLKİ İLE BEŞ KARDEŞLER

Evvel zaman içinde, ülkenin birinde, büyük bir orman varmış. Bu ormanda pek çok canlı yaşarmış. Bir gün bu ormana beş kardeşler gelmiş. Beş kardeş adam, her gün gelerek bir sürü ağacı kesmişler. Kestikleri ağaçları arabalarına yükleyip götürmüşler. Zamanla ormanın sınırları daralmaya, boyutları küçülmeye başlamış. Bazı orman hayvanları yuvalarını kaybetmişler ve ormanın içlerine çekilmişler. Orada başka hayvanların yuvalarına girmeye çalışınca kavga çıkmış.

Kurt ricacı olmak için gitmiş ama beş kardeşler tarafından sopayla kovalanmış. Daha sonra aslan kükreyerek üstlerine yürümüş ama beş kardeşler aslanı kurşun yağmuruna tutmuşlar.

Orman hayvanları çaresiz, kara kara düşünürken, sincap bir öneri sunmuş ve şöyle demiş:
“ Kurnaz tilkiden yardım isteyelim. O, beş kardeşlerin hakkından gelir. “

Orman hayvanları tilkinin yanına gidip yardım istemişler. Bunun üzerine tilki:

“ Bana ne zaman geleceksiniz diye merak ediyordum. Bu işin formülü çok basit. Hemen hallederim. “ demiş ve bir kâğıda bir şeyler yazmış, kâğıdı katlamış ve kâğıdın beş kardeşlere ulaştırılmasını istemiş. Bir maymun kâğıdı beş kardeşlere vermiş. Beş kardeşler, kâğıttaki notu okuyunca beyninden vurulmuşa dönmüş. Baltalarını alarak gitmişler ve bir daha onları ormanda gören olmamış.

Orman hayvanları kâğıtta ne yazıyordu da beş kardeşler bu kadar korktular, diye düşünerek, maymuna bu soruyu sormuşlar.

Maymunun cevabı şöyle olmuş:
“ Kâğıtta, şunlar yazıyordu. Ormanda kestiğiniz her ağaca karşılık birinizin evini yakarım. İmza Tilki. “

SON



SÜPÜRGECİ KELOĞLAN

Bir varmış, bir yokmuş. Bir Keloğlan varmış. Dağda, bayırda avare gezermiş. Keloğlan bir zaman azmetmiş, süpürge yapmasını öğrenmiş. Günlerce uğraşmış, on tane süpürge yapmış ve bunları satmak için, kasabanın yolunu tutmuş. Bütün gün pazarda durmasına karşın, hiç süpürge satamamış. Selam veren, arkadaşlık eden çokmuş ama süpürge alan yokmuş. Normalde süpürgeler on akçeye alıcı bulurken, Keloğlan'ın akşam pazarı diye fiyat kırıp iki akçe dediği süpürgelerden kimse almamış. Dönüş yolunda nasılsa yenilerini yaparım, bunlar üstümde ağırlık olacak deyip süpürgeleri kasaba dışına atmış.

Aradan günler geçmiş. Boş zamanlarında süpürge yapmaya devam eden Keloğlan yaptığı süpürgeler on tane olunca kasabaya gitmiş. Pazarda beklemiş, sokaklarda, haydi, süpürgeci geldi, diyerek gezmiş ama yine alıcı çıkmamış. Bir aralık bakmış evinin önünü süpüren kadının elinde yaptığı süpürgelerden varmış. Keloğlan, kadına, teyze, kolay gelsin, demiş. Kadın başını kaldırmış, bakmış Keloğlan karşısında:

" Sağol, Keloğlan. Bak senin yaptığın süpürgelerden. Süpürgenin sapına adını kazımışsın. Çok sağlam, çok iyi süpürüyor. Süpürürken toz kaldırmıyor, tozu sanki içine hapsediyor. Geçen günlerde aldım. Adamın biri satıyordu. On akçeye aldım. "

Keloğlan on akçe sözünü duyunca şaşırmış kalmış:
" Ben geçen hafta pazarda iki akçeye indirdim de alan olmadı. Giderken kasaba dışına attıydım. Demek bulan kimse tanesini on akçeye satmış. "

" Adam, Keloğlan'ın süpürgeleri diye bağırıp satıyordu. Komşular aldılar. Alamayanlar üzgün bir halde evlerine döndüler. Benim şu yan komşu Nermin Hanım o gece uyuyamamış. Ağlamış, durmuş. "

Bunun üzerine Keloğlan:
" Tamam işte, Keloğlan geldi. Süpürgelerden getirdi. Bir yol Nermin Hanım'a haber veriver. Tanesi iki akçeden, alsın, kullansın. "

" Almaz Keloğan, senin yaptığın süpürgeleri başkasından on akçeye alır ama senden iki akçeye almaz. Sana para vermez. "

Keloğlan:
" Neden ama? "

Nedenini şimdi anlarsın, diyen kadın, Nermin Hanım'ın kapısını çalmış. Gerçekten de Keloğlan'ın yaptığı süpürgelere herkesten fazla istekli olan Nermin Hanım, Keloğlan'ın, bunlar sudan ucuz diyerek bir akçeye indirdiği süpürgelerden almamış. Keloğlan başını önüne eğmiş. İnsanların bana olan sevgisi yalanmış, diye düşünmüş. Ama yenilgiyi kabul etmemiş. Başını yukarı kaldırmış , göğsünü şişirmiş ve bir süpürge satsam bir akçe kazansam tuz alacaktım. Evde tuz kalmadı. Çorba tuzsuz, yemekler tuzsuz, anam evde isyan ediyor. Hani Keloğlan derdi de başka bir şey demezdi bu insanlar, diyor.

" Teyzeler, bir akçeye on süpürge alın, tanesini beşe satın, ona satın. Hepsine bir akçe. Aldınız mı? "

Sanki ağız birliği etmişcesine iki kadın:
" Hayır Keloğlan, almadık, sana para yok. " demişler. Keloğlan'ın gözlerinden yaşlar süzülmüş. Şimdiye kadar hiçbir Keloğlan masalında Keloğlan ağlamamıştır ama Keloğlan'ı ağlatmışlar.

Nermin Hanım:
" Keloğlan ben senden süpürgeleri alırım. " deyince Keloğlan umutlanmış. " Ama bedavaya alırım. "

" Size süpürgeleri bedavaya verirsem bana da Keloğlan demesinler. " diyen Keloğlan oradan ayrılmış. Hızlı adımlarla ileri doğru yürümüş. Kasabadan iyice uzaklaşınca uçurumun kenarına gelmiş ve süpürgeleri aşağı atmış. Keloğlan'ı günlerdir takip eden köse uçurumdan aşağı inmiş. Süpürgeleri almış. Ertesi gün tanesini on akçeden satmış.

Keloğlan üzgün bir halde köyüne dönmüş. Tuz getirmedi diye anası bağırmış, çağırmış. Keloğlan oralı olmamış. Anasının ne dediğini duymamış. Süpürge yapmayı bırakmış. Sonraki günlerde akşama kadar yan gelip yatmış. Bu masal da burada bitmiş.

SON



Serdar Yıldırım

Serdar102

Erkek
Mesaj Sayısı : 48
Yaş : 65
Nerden : Bolu
Kayıt tarihi : 18/12/14

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Klasik Türk Ve Dünya Masalları Empty Geri: Klasik Türk Ve Dünya Masalları

Mesaj tarafından Serdar102 Ptsi Ocak 11, 2021 10:37 am


FUTBOLCU AYKA
Ayka küçük bir çocuktu. Çok seviyordu Ayka futbol oynamayı, top peşinde koşmayı. Ayka’nın maçını seyreden bir yabancı sekiz – on çocuk arasında Ayka’yı fark ederdi. O, maç süresince durmaz, devamlı koşar, forvet oynamasına karşın, gol atmak kadar gol yememenin maç kazanmaktaki önemini bilir ve defanstaki arkadaşlarına yardıma gelirdi. Ayka gerçekten iyi bir golcüydü. Rakip ceza sahası içinde yakaladığı topları gole çevirirdi. Bir maçta üç – dört gol atmak Ayka için sıradan bir olaydı. Arkadaşları arasında yaptıkları maçlarda Ayka başı önde sahadan ayrılmamıştı. Ayka büyüdükçe aralarında yaptıkları maçları yeterli görmemeye başladı. Şehrin diğer mahallelerinde bulunan çocuklarla da maç yapmalıydı. Ancak bu şekilde futbolunu ilerletebileceğini düşünüyordu. Büyüdüğü zaman iyi bir futbolcu olmak istiyordu. Ayka'nın önerisi üstüne Çelikspor kuruldu.

Çelikspor ilk maçında takımda birlik olmaması ve oyuncuların gol atma sevdası yüzünden ilk devreyi 2 – 0 yenik kapadı. Devre arasında arkadaşları birbirini suçlarken, Ayka biraz ötede yere oturmuş, onları kızgın bir vaziyette izliyordu. İkinci devre takımın arka sırasında sahaya çıkan Ayka kararını çoktan vermişti. Kesinlikle ileri gitmeyecek, defansın en gerideki oyuncusu olarak oynayacaktı. İkinci devre Çelikspor’un yoğun baskısı altında başladı. Sağdan – soldan ataklar Çelikspor’dan geliyordu. Bu ataklar bir sonuca bağlanamıyor, gol olmuyordu. Ayka rakip takımın geliştirdiği ataklarda iki – üç rakip oyuncuyla mücadele ediyor, takımı bir gol daha yemesin diye gücünün sınırlarını sonuna kadar zorluyordu.
İkinci devrenin ortalarına doğru orta sahada boş bir top yakalayan Ayka sağa doğru yöneldi. Önüne çıkan iki oyuncuyu geçtikten sonra korner direği yakınlarından topu kaleye ortaladı. Topu takip eden Çelikspor kaptanı kafa vuruşuyla ilk golü attı. Çelikspor’ lu oyuncular kaptanlarını sevinçle kucakladılar. Gollük ortayı Ayka’nın yaptığının hiçbiri farkında değildi. Ayka’ya dönüp bakan yoktu. Ayka gidip kaptanı tebrik etmedi, defanstaki görevine döndü. Maçın son dakikalarında Çelikspor bir gol attı ve maç 2 -2 berabere sona erdi.

Çelikspor bir hafta sonra ikinci maçını oynamak için sahaya çıktı. Ayka listede forvet yazılmasına karşın, maç başladıktan bir – iki dakika sonra defansa döndü. Nasılsa arkadaşları bir gol atarlar ve maçtan galip ayrılırlardı. Çelikspor rakip takımdan daha atak oynuyor fakat dakikalar geçtikçe beklenen gol bir türlü gelmiyordu. İlk devre 0 – 0 sona erdi. İkinci devre Çelikspor ataklarını sıklaştırdı. Orta sahada topla buluşan Ayka topu sürmeye başladı. Üstüne gelmiyorlardı. Oyunun başından beri defansta oynadığı için dikkati çekmemişti. Ayka kaleye doğru yaklaştı. İki oyuncunun arasından sıyrıldı. Artık kaleciyle karşı karşıyaydı. Ayka sert bir şutla ilk golü attı. Golden sonra arkadaşları Ayka’yı tebrik ettiler. Daha sonra Ayka ileriye dönük oynamaya başladı. Bu, Çelikspor’a canlılık getirmişti. Sonraki dakikalarda iki gol atan Çelikspor sahadan 3 – 0 galip ayrıldı.

Ayka sonraki maçlarda forvette oynadı, pek çok gol attı. Geçen zamanla birlikte Ayka büyüyor, gelişiyordu. Bir gün takım kaptanı İsmail, İnegölspor genç takımından teklif aldığını, Çelikspor’dan ayrılacağını söyledi ve arkadaşlarıyla vedalaşarak gitti. Bunun üzerine Ayka, İnegöl İdmanyurdu genç takımına giderek, bu takımda oynamak istediğini söyledi.
Ayka antrenman maçında 3 gol atınca teknik direktör, Ayka’yı takıma aldığını açıkladı ve başarılar diledi. Ayka sonraki antrenman maçlarında attığı gol adedini giderek fazlalaştırdı. Süratli ve hızlı oyunu sayesinde 4 – 5 gol attığı oluyordu. Takımda onun kadar gol atan oyuncu yoktu. Ayka zamanla teknik direktörün bu durumu görmezden geldiğini fark etmekte gecikmedi. Arada bir 2 – 3 gol atan oyuncu takdir edildiği, bravo, bugün çok iyisin, diyerek alkışlandığı halde kendisinin bir kez olsun tebrik edilmediğini gördükçe canı sıkılmaya başladı. Bu durumun nedenini düşünüyor fakat mantıksal bir açıklamasını yapamıyordu.

Birkaç ay sonraki o son antrenman maçında Ayka’nın söylediklerinde ne kadar haklı olduğu ortaya çıkacaktı. Genç takımlar arasındaki maçlar haftaya başlıyordu. Teknik direktör ideal kadroyu bugün belirleyecekti. Bazı oyuncular arkadaşlarını getirmişti. Ayka bunların çoğunu ilk kez görüyordu, daha önce antrenmana gelmemişlerdi. Teknik direktör A takımının kadrosunu okuduğunda Ayka ismi bu kadroda yoktu, A takımının yedeklerinde bile. Bu kadrodakiler devamlı olarak antrenmanlara çıkan oyunculardı. Ayka’nın A takımında yer alması gerekirdi. Ayka, onlarla birlikte bu günler için hazırlanmış, hiçbir antrenmanı kaçırmamış, yağmur - çamur demeden antrenmanlara gelmişti. Olsun, diye düşündü, Ayka. Ben B takımında da oynar, kendimi gösteririm.

B takımının kadrosu okunduğunda Ayka isminin geçmediğini üzülerek gördü. B takımında oynayacak oyuncuların çoğu ilk kez antrenmana geliyorlardı. Teknik direktör daha sonra B takımının yedeklerini okudu. Yedekler 5 oyuncudan oluşuyordu ve son isim olarak Ayka denmişti. Takımlar sahadaki, yedekler saha kenarındaki yerlerini aldılar ve teknik direktörün düdüğüyle maç başladı. Ayka oturup kaldığı yerde hırsından titriyordu. “ Vay vay vay.. Demek öyle ha.. Demek artık kartlarını açık oynuyorsun. Ne yaptım sana ben, ne istedin benden? İkinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecek dedin. Ne diyeyim ikinci devre görüşürüz senle. “

Birinci devre sona erdiğinde A takımı 2 – 1 galip durumdaydı. Devre arasında teknik direktör A takımı oyuncularına: “ İyi oynuyorsunuz, fakat pek çok gol pozisyonunu cömertçe harcadınız. Takımda gol kısırlığı var. Gol atın, gol.. “ dedikten sonra, A takımındaki oyunculardan bazılarını çıkarıp yerlerine A takımının tüm yedeklerini oyuna dahil etti. B takımının 3 oyuncusu oyundan çıkarıldı, yerlerine 3 yedek oyuncu alındı. Şimdi o kadar oyuncu bolluğu arasında ikinci devre bile oyuna başlayacak yeterlilikte bulunmayan B takımının 2 yedeği kalmıştı. Biri yeni gelen birisi, diğeri de Ayka? Sözde ikinci devre başlarken yedeklerin hepsi oyuna girecekti.

Maçın bitmesine 15 dakika kalmıştı ki, B takımı 4. golü yedi. Durum 4 – 1 olmuştu. Bunun üzerine teknik direktör B takımından 2 oyuncuyu çıkardı ve son kalan 2 yedeği oyuna dahil etti. Ayka maçın bitmesine az bir süre kaldığının farkındaydı. Bu sürede tüm gücünü sarf edecek, bir gol atıp, onu utandıracaktı. Ayka top nerede ise oraya koştu, çok çalıştı, kan ter içinde kaldı. Ayka’nın oyuna girdiği andan itibaren pas vermekte zorluk çekmeye başladıklarını fark eden A takımı oyuncuları şaşırmışlardı. İnanılır gibi değildi ama bir Ayka koca takıma yetiyordu. Ayka’nın korkunç presi altında giderek gerileyen A takımı defansa çekildi.

Maçın başından beri dağınık bir futbol sergileyen 4 – 1 yenik durumdaki B takımı, Ayka’nın oyuna girmesiyle canlanmış, pas hatalarını değerlendirip, nadir olarak geliştirdikleri ataklarını sıklaştırmıştı. Topu kapan B takımı oyuncusunun gözleri Ayka’yı arıyor, eğer yakında ise, Ayka’ya pasını veriyor, topla buluşan Ayka ileri atılıyordu. Maçın bitmesine 5 dakika kalmıştı ki, rakip ceza sahasına giren bir oyuncu düşürüldü. Karar penaltıydı. İşte o an geldi diye düşündü Ayka, topu aldı, penaltı noktasına dikti. Topa vurmak için gerilirken teknik direktörün biraz ilerden, hayır Ayka, sen bırak, penaltıyı Muzaffer atsın, dediğini işitti. Kulaklarına inanamadı. Acaba yanlış mı anladım diye düşünerek sesin geldiği tarafa döndü. Teknik direktör penaltı noktasına gelerek, gel Muzaffer, penaltıyı at, deyince Ayka kahroldu. Yanlış anlamamıştı ve penaltıyı Muzaffer atacaktı. Ayka’nın sinirleri iyice gerildi. Ahlaksız diye mırıldandı. Kenara çekildi. Gol olmaz da utanırsın belki diye düşündü. Dayanamıyordu artık gururuyla bu derece oynanmasına, neredeyse patlayacaktı. Biraz sonra atılan penaltı gol olunca, B takımının yaşadığı sevinç birden üzüntüye dönüştü.

Ayka patlamıştı. “ Artık senin takımında oynamam ben. Şimdi gidiyorum ve bir daha dönmeyeceğim “ diye bağırırken sırtından çıkardığı formasını yere attı. Ayka daha sonra saha dışına çıktı ve elbiselerini aldı. Peşinden gelen teknik direktör ismet rezil olmuştu. “ Dur Ayka, bari maçı tamamla “ dedi, Ayka’nın yanına gelerek. Ayka: “ Sen de maçın da yerin dibine batsın. Oynamıyorum işte “ dedikten sonra yürüdü gitti. Yolda Ayka bu olanları bir gün dünyaya duyuracağına dair kendine söz verdi.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra Ayka ve ailesi Bursa’ya taşındı. Böylesi daha iyi olacaktı. Bursa, İnegöl’den büyüktü. Pek çok takım vardı burada. Bir takıma girerdi ve futbolunu oynardı. Bir takıma girmek kolay değildi. Ayka bu şehirde kimseyi tanımıyordu, ailesi yardımcı olamazdı. Zaman boşa geçmemeliydi. Antrenmansız geçen her gün Ayka’yı formdan düşürebilirdi. Ayka, Bursa Atatürk Stadyumu’na giderek koşu antrenmanlarına başladı. İki ay burada koşularını sürdüren Ayka, bir gün orada tanıştığı bir koşucuya “ Ben aslında futbol oynuyordum. Bursa’ya yeni taşındık. Formumu kaybetmeyeyim diye gelip burada koşuyorum “ deyince Cavit Önge adındaki koşucu “ Ben de Muradiyespor Kulübü’nün atletizm takımındayım. Bizim kulübün futbol şubesinde gel oyna istersen “ dedi. Ayka buna çok sevindi ve ertesi gün soluğu Muradiyespor Kulübü’nde aldı.

Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara başlayan Ayka diğer yandan koşu antrenmanlarını aksatmıyordu. 16 yaşında bir genç olmuştu ve iyi bir futbolcu olmanın iyi bir kondisyonla mümkün olacağını biliyordu. Bir gün Ayka stadyumda şortla koşmuş, dinleniyordu. Sporcuları seyre dalan Ayka havanın soğuduğunu fark edememişti. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Oldukça fazla dinlendiğini neden sonra anladı. Üşümüştü. Oturduğu yerden kalktı. Bir süre koştuktan sonra elbiselerini giymek için içeri girdi. Ertesi gün dizlerinin sızladığını fark etti. Birkaç gün sonra zorlukla yürüyebildiğini. Ayakta dururken dizleri tutmuyordu. Sanki boşlukta dikiliyor gibi oluyordu ve bir adım atmaya kalksa yere düşecekti.

Böyle anlarda tutunacak bir yer arıyordu. Bir ağaç, bir duvar oraya tutunarak ayaklarını ileri, geri oynatıyor ve biraz dinlendikten sonra yürümesi mümkün oluyordu. Ayka birkaç gün sonra hastaneye giderek muayene oldu ve verilen merhemi gece yatmadan önce dizlerine sürmeye başladı. Dizliklerini takan Ayka yatağına yatıp uyuyordu. Bir hafta süren bu zor günlerden sonra dizlerindeki sızının geçmeye başladığını gören Ayka Muradiyespor futbol takımıyla antrenmanlara çıkmaya başladı. Gece kroslarında takımın ön sırasında koşuyordu. Gündüz yapılan antrenmanlarda goller atıyordu fakat alt eşofmanının içinde dizlikleri vardı ve eğer dizlikleri olmasa ne ön sırada koşabilir ne de goller atabilirdi, bunun farkındaydı. Amatör küme maçları başlamıştı. Muradiyespor ilk maçına yeni bir teknik direktörle çıkacaktı. Takım hazırdı, kadro okunuyordu. Ayka sevindi. Santrfor oynayacaktı. O ara eski teknik direktör geldi, kulüp başkanı ve bir idareci yeni teknik direktörle bir şeyler konuştular. Ayka’nın kesik kesik de olsa duydukları şunlardı: Bak iki ayağında da dizlik var…”
Ayka’nın oynatılmadığı o ilk maçta Muradiyespor 0 – 0 berabere kaldı. Kadrodan çıkarılmış ve maçı tribünlerden izlemek zorunda bırakılmıştı. Ayka birkaç ay bu duruma tahammül ettikten sonra takımdan ayrıldı. Asla tahmin edilemeyecek kadar çok üzülüyordu. Stadyumda koşuyor ve ağırlık çalışması yapıyordu. Bu durum bir yıl iki ay sürdü ve Bursaspor Genç Takımı’na girdi. Bir ay süren futbol derslerinden sonra sahaya inildi ve Ayka ne yazık ki seçilemedi. Tek maçta ne oynayabilirsen oynayacaktın. Hünerini gösterip takıma girecektin. O maçta Ayka biraz da tutuk oynamıştı, fakat seçilememesini şuna bağlıyordu:
“ Kaleciler ayrıldı, diğer oyuncular defans, orta saha, forvet diye ayrıldı. Ben forvet oynayanlar tarafına geçtim. Teknik direktör necmi güzey, sen sol açık oyna, dedi. Ben santrforum, defansta oynadım, sol açıkta oynamamıştım. Sol açık oynayanın sol ayağı iyi olmalı. Maç boyunca soldan ataklar yaptım. Topu düşe kalka sürdüm götürdüm. Karşı takımın defansı tekme atmakta ustaydı. Sağ ayağım Türkiye haritasına dönmüştü. Kale önüne çok orta yaptım. Yanlış pas verdiğim durumlar oldu. Pas hatası yapan tek ben değildim. Ben maçta çok iyi oynayamadım. Eğer seçilebilseydim o takıma gerçekten çok iyi olacaktı. “
Ayka daha sonra İvazpaşa adındaki amatör küme takımına girerek, bu takımla antrenmanlara başladı. Umut doluydu yüreği kar, yağmur, çamur demeden koşuyordu antrenmanlara. Onun bu iyi niyetli var olma savaşı görmezden gelinemezdi. Uludağ yolunda yapılan bir gece krosundan sonra idarecilerden biri: “ Ayka, amatör küme maçları yakında başlıyor. Evrakları getir, sana lisans çıkartalım “ deyince Ayka, “ Olur. Yarın evrakları kulübe getiririm “ dedi. Ertesi gün Ayka evrakları kulübe getirip idareciye teslim etti.

İvazpaşa takımının antrenman maçlarında Ayka eskisi gibi birbiri ardı sıra goller atmıyordu. Defans-orta saha karışımı bir futbol oynuyordu. Burada biraz şaşırmamak elde değil. Hani Ayka gol demekti? Bu büyük değişimin sebebi neydi? Bu durumun açıklamasını, aradan uzun yıllar geçmesine karşın, o günleri unutmamış olan Ayka’dan alalım: “ Sebeplerden birincisi, takımdaki pek çok oyuncu yıllardır bu takımda oynuyor. Takımın golcüsü var. Antrenman maçlarında bir-iki gol attığı oluyordu ama attığından fazlasını kaçırıyordu. İkincisi, şimdiye kadar çok gol atmıştım da ne olmuştu? Neden attığım goller önemsenmiyordu? Golü ikinci plana atıp takımda tutunmak, kalıcı olmak istiyordum. Oyuncu defansta oynuyordu, gol atmıyordu, fakat amatör küme maçlarında sahaya çıkıp takımdaki yerini alacaktı. “

Aradan günler, haftalar geçmiş ve amatör küme maçları başlamıştı. Maç olduğu günler Ayka takımda oynama umuduyla bir o sahaya, bir bu sahaya koştu. Maç öncesinde takım kadrosu okunduktan sonra ortadan kayboluyordu. Sanki takımın maçını seyretse daha mı iyi olacaktı? Yenilip duruyorlardı. Belki de Ayka’nın lisansı çıkmadığı için kadroya almıyorlardı. Başkasının lisansı iki ay içinde çıkıyordu da Ayka’nın lisansı dört aydır niye çıkmıyordu? İdareci başvuruyu yapmış mıydı? Bu öğrenilemedi. Lisans çıktıysa Ayka’ya haber vermek gerekmez miydi? Haber vermesen bile alın işte Ayka’yı kadroya, çıksın sahaya oynasın futbolunu, takıma güç katsın. Koy Ayka’yı defansa defansını sağlamlaştır. Maçta gol atamıyordu takım, bari gol yemezsin, berabere kalır, bir puanı kaparsın.
Mudanya’ya maça gidilmişti. Saha çamur içindeydi. Saha kenarındaki karlar erimemişti. Maç iptal edildi. İşte o günden sonra Ayka bu takımın ne maçına, ne antrenmanına gitti. Maçlarda oynama ümidi kalmamıştı. Yeniden bir takımda futbol oynamaya teşebbüs etmek yeni sıkıntılara, üzüntülere kucak açmak demekti. Ayka yorulmuştu, bitmişti. Bir zamanlar futbolcu olmak onun en büyük idealiydi. Genç Ayka yine güçlüydü, ideal yine vardı, fakat ideale ulaşmak için önüne çıkarılan engeller tükenmek bilmiyordu. Her defasında bir sonraki engeli aşmak çok daha zor oluyordu. Çaresizlik sonsuz düş kırıklıklarına yol açıyordu. Zamanla düş yabancılaşıyordu. Sen hem kendi kendine yabancılaştın, hem de düşün sana yabancılaştı, bu tarafta, ideal istesen de istemesen de sana yabancılaşır.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım




Serdar102

Erkek
Mesaj Sayısı : 48
Yaş : 65
Nerden : Bolu
Kayıt tarihi : 18/12/14

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz